Abant toplantısının sonuç bildirgesi açıklandı

Abant toplantısının sonuç bildirgesi açıklandı

Abant toplantısının sonuç bildirgesi açıklandı
22 Haziran 2014 - 19:30

33. Abant Platformu toplantısı, sonuç bildirgesinin açıklanmasıyla son buldu. "Türkiye yönünü tekrar Avrupa Birliği’ne çevirmeli." denen bildirgede, kuvvetler ayrılığının, denge ve denetleme gibi temel ilkelerin siyasi irade lehine istismar edildiği bu dönemde, özgürlüklerden yana tavır alan anayasal kurumların tutumunun takdirle karşılanması istendi.

Mağduriyet, mazlumiyet ve düşmanlıkların yarattığı travmaların üzerinden siyaset yapmanın yeni travmalar, yeni ötekileştirmeler ortaya çıkarttığının dile getirildiği bildiride, "Siyasetin ötekileştirmeden, topluma güven vermesi ve samimiyetini ortaya koyması toplumun sağlıklı gelişimine katkı sağlayacaktır." ifadesi kullanıldı.

Kurulduğu 1998 yılından beri Türkiye'nin önemli meselelerini tartışan Abant Platformu, 'Türkiye'nin Yönü' konusuyla toplandı. 20 -22 Haziran 2014 tarihlerinde Düzce Akçakoca'da gerçekleştirilen toplantıda, aydın, yazar, gazeteciler ile farklı branşlardan akademisyenler görüş ve önerilerini ortaya koydu.

Katılımcılar, 5 ayrı oturumda 'Türkiye'nin Küresel Sistemdeki Yeri', 'Sistem Tartışmaları ve Kuvvetler Ayrılığı', 'Demokrasi, İktisadi Kalkınma ve Çevre Sorunları', 'Sivil Toplum ve Siyasal Katılım', 'Demokratik Temsil Sorunları: Çoğunlukçuluk ve Çoğulculuk' konularında serbest müzakere yaptı. Abant Platformu Genel Sekreteri İbrahim Aytaç Anlı katılımcılara teşekkür etti.

TÜRKİYE'NİN KÜRESEL SİSTEMDEKİ YERİ

Toplantının üçüncü gününde sonuç bildirgesi tartışıldı. Yapılan müzakereler sonucu 33. Abant Platformu toplantısının sonuç bildirgesi açıklandı. Sonuç bildirgesi şöyle:

Türkiye, dış politikadaki yönü belli olan bir ülke iken son dönemde yönü belli olmayan bir ülke görüntüsü vermektedir. Şu anki durum, 'Batılı olamayan bir Doğulu ve Doğulu olamayan bir Batılı' ülke görüntüsü olarak özetlenebilir.

Arap dünyasındaki demokrasi taleplerini desteklemek ilkesel olarak doğru bir tercih olmakla birlikte; bu tercihin icrasında tarafsızlığın korunamaması bölgede yalnızlaşmaya neden olmuştur. Din, mezhep, ideoloji ve kimlik esaslı değil, insan hakları, çoğulcu demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerler esaslı bir dış politikaya ihtiyaç vardır.

Ortadoğu bir dönüşüm sürecine girmişken Türk dış politikasının parametrelerinin tekrar gözden geçirilmesinin vakti gelmiştir. Yeni ve sağlam analizler üzerine kurulu bir dış politika tasavvuruna ihtiyaç vardır. Türkiye’nin Kahire, Şam ve Tel Aviv gibi üç önemli Ortadoğu başkentinde büyükelçisinin bulunmaması, etkin dış politika yönetiminin önündeki engellerden biridir.

Başta demokratikleşme, insan hakları ve eşit vatandaşlık olmak üzere temel iç meselelerini halledememiş bir ülke olan Türkiye’nin Ortadoğu’ya anlamlı mesajlar verme ve bölgenin geleceğinde olumlu rol sahibi olma iddiası mesnetsiz kalmaktadır.

Türkiye yönünü tekrar Avrupa Birliği’ne çevirmeli ve kurumlarını gözden geçirme durumunda olan Avrupa Birliği ile yeni fırsatları değerlendirmelidir.

SİVİL TOPLUM VE SİYASAL KATILIM

Demokrasilerde siyaset sadece siyasilere bırakılamaz; herkes siyaset yapabilir. Siyaset yapmanın yegâne yolu parti kurmak değildir. Siyaset toplumun ortak yaşam alanının inşasına yönelik bir faaliyet olduğundan, siyasi partiler dışında sivil toplum kuruluşları, medya, meslek örgütleri ve bireyler siyasal alanın diğer temel aktörlerindendir. Bununla beraber, mevcut yüzde 10 seçim barajı halen siyasal alanı daraltmakta, bazı partilerin kartelleşmesini sağlamakta ve toplumun birçok farklı kesiminin ve yeni siyasal hareketlerin parlamentoda temsilini engellemekte ve siyasal katılmayı çarpıklaştırmaktadır.

Bilgi edinme kanalları işletilmediğinde, sansür ve baskıyla özgürlükler sınırlandırıldığında seçmen tam ve doğru bilgi alamaz. Bu koşullarda seçim ve oy demokrasi ile olan bağlantısını yitirir. Siyasal katılmayı sadece oya indirgemek, bugünkü dünyadaki sosyo-ekonomik ve teknolojik gelişimin temin ettiği kaynakları kullanarak sürekli ve düzenli olarak seçmenin siyasal gelişmeleri takip etmesine ve bunlara tepki vermesine ve bu yolla kendi kendini yönetmesine kapıyı kapatmak anti-demokratiktir.

Vatandaşı kamusal alanda devlet iktidarının olası keyfi uygulamalarına karşı koruması gereken sivil toplum gelişememekte; hâlihazırda siyasal sistemin saydamlık ve hesap verilebilirliğe getirdiği sınırlar nedeniyle bu temel işlevi yerine getirmekte güçlük çekmektedir.

DEMOKRATİK VE ÇEVREYE DUYARLI KALKINMA

İnsanı ve çevreyi göz ardı eden ve sadece maddi zenginleşmeye dayanan ekonomik büyüme kabul edilemez. Demokrasinin güçlendirilmesi ve hukuk devletinin yerleştirilmesi ülkenin ekonomik refahının da gelişmesi için bir fırsattır. Özellikle 21. yüzyılda ekonomik refah sadece bir iktisadi büyüme olgusu olarak görülmemekte, aynı zamanda toplumsal, ekolojik ve ekonomik sürdürülebilirliği eş zamanlı olan bir olgu olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla ekonomik kalkınma sürecinde temel insan hakları ve onuruna ve çevreye saygılı bir büyüme modeli benimsenmelidir.

Kamusal yatırımların temel belirleyicisi uzmanlık, katılım ve şeffaflık olmalıdır. Objektif çevresel etki değerlendirmesi, yerel katılım ve üniversiteler de dahil tüm paydaşlarla müzakere ilkeleri ışığında kamusal yatırımların karara bağlanması, kaynakların verimli ve etkin kullanımı açısından son derece önemlidir.

Türkiye’nin çalışma hayatı koşullarının insan odaklı olarak düzenlenmesi ve bunun için acilen ilgili uluslararası sözleşmelere taraf olunarak, dünyada kabul edilmiş standartların hayata geçirilmesi gerekmektedir.

Türkiye’nin kalkınma zihniyetinin, katma değer, inovasyon ve AR-GE merkezli olarak yeniden ele alınmasında sürdürülebilirlik açısından yarar vardır.

SİSTEM TARTIŞMALARI VE KUVVETLER AYRILIĞI

Çağdaş demokratik sistemler açısından ilk gözetilen hususlardan biri sistemlerin etkili olmasıdır. Özellikle yasama organları yasa yapımında temel işlev gören kurumlar özelliğini artık taşımamaktadır. Bunun yerine yürütmeden hesap sorulması, dengelenmesi ve denetlenmesi açısından yasamanın taşıdığı önem artmıştır. Bu amaçla, TBMM’nin içindeki organlarda sürdürülen faaliyetlerin hesap sormayı kolaylaştıracak şekilde etkinleştirilmesi gereklidir.

Bu bağlamda demokrasinin güçlendirilmesi için kuvvetler ayrılığı prensibi bir an önce hayata geçirilmelidir ve bu bakımdan yargı bağımsızlığının hayati önemi bulunmaktadır. Yargı bağımsızlığının kâğıt üzerinde değil de fiilen gerçekleşmesi için de hakimlik teminatının sağlanması şarttır. Bu da özellikle yürütmenin yargı mensuplarına müdahalelerinin engellenmesini gerektirir ki ancak böyle bir teminat altında yargı bağımsız ve salt hukuk ilkeleri çerçevesinde denetim işlevini yerine getirebilir.

Benzer bir doğrultuda, yürütme içerisinde de partizan etkilerden korunmuş, ayrımcılık ve kayırmacılık yapmayan, profesyonel liyakati esas alan bir kamu bürokrasisinin düzenlenmesi, yasaların tarafsız ve gereği gibi uygulanması ve temel hak ve özgürlüklerin korunması için zorunludur.

Kezâ, yerel yönetimler de güçlendirilerek ve etkinleştirilerek, denge ve denetleme mekanizmasını güçlendirecek şekilde siyasal sisteme entegre edilmesi suretiyle, kuvvetler ayrılığı düzenlemeleri de hayata geçirilmelidir.

DEMOKRATİK TEMSİL SORUNLARI; ÇOĞULCULUK VE ÇOĞUNLUKÇULUK

Çoğunlukçuluğun her zaman tiranlığa evrilme potansiyeli barındırdığı tarihsel olarak sabittir. Torba yasalarla yeterince tartışılmadan kanunlar geçirmek, şeffaf olmamak, hesap vermeyi secim zamanlarına indirgemek ve kutuplaşmayı tahrik etmek coğunlukçuluğun somut örnekleridir.

2010 yılında yapılan anayasa değişikliği ile vesayet kurumları zayıflatılmış ancak iktidarı sınırlayıcı demokratik kurumların olmayışı çoğunlukçu pratiklerin ortaya çıkmasını kolaylaştırmıştır. Bugün ihtiyaç olan, yeni sınırlayıcı hukuki mekanizmaların oluşturulmasıdır.

Sağlıklı bir demokrasinin vazgeçilmez vasıfları olan kuvvetler ayrılığı, denge ve denetleme gibi temel ilkelerin siyasi irade lehine yıpratıldığı ve istismar edildiği bu dönemde, özgürlüklerden yana tavır alan ve siyasi çekişmelere taraf olmayan anayasal kurumların tutumu takdirle karşılanmalıdır.

Mağduriyet, mazlumiyet ve düşmanlıkların yarattığı travmalar üzerinden siyaset yapmak yeni travmalar, yeni ötekileştirmekteler ortaya çıkartmaktadır. Siyasetin ötekileştirmeden, topluma güven vermesi ve samimiyetini ortaya koyması toplumun sağlıklı gelişimine katkı sağlayacaktır.

Demokrasinin tüm farklı grupların haklarını koruyan bir rejim olduğu unutulmadan çoğunlukçu söylem ve pratikler yerine herkesin eşit vatandaş haklarından uygulamada yararlanabildiği çoğulcu anlayışın benimsenmesi toplumsal barısın garantisi olacaktır.

YORUMLAR

  • 0 Yorum