Küçükken hep büyümek istedik. Nedendir bilinmez küçük olmayı hep zül saydık. Sözümüz dinlenmez, kale alınmazdı çünkü. Sanıyorduk ki büyüyünce daha özgür, daha mutlu, istediğimize rahatça sahip olabilecek, daha az hesap verecektik.
Büyüdük... Hem de koşarcasına... Zamandan yol aldıkça sığınacağımız limanlar azaldı. Sonra bir baktık ki liman filan kalmamış. Bu sefer gözlerimiz bir dilenci gibi başkalarının limanlarına bakar oldu. An geldi yaklaştık usulca bize ait olmayan limanlara. Olmadı, olamadı. Sığamadık yabancı limanlara...
Geriye dönüşte yoktu artık. Yürüdüğümüz, koştuğumuz o hayat yolunda geriye baktığımızda toz duman olmuştu her şey. Düştüğümüzde, canımız acıdığında gözyaşlarımızı silecek, dağılmış saç tellerimizi düzeltip sıcacık bir buse kondurup geçecek diyecek kimsemiz yoktu. Biz büyüme telaşında iken o içten sevgiyi kana kana içememiştik.
Bedenimiz büyürken, içimiz daralıyordu oysa. Özgürlük dediğimiz şeyin kocaman bir sorumluluk olduğunu anladığımızda...
Güvenmek mi daha baskın duyguydu, yoksa güvenilmek mi? Daha çok sevmek mi, yoksa sevilmek mi? İkisi bir arada olsa desekte, hiçbir zaman terazi kefesi dengeye gelemedi, gelemezdi.
Bizlerin, eşitsizlik veyahut dengesiz dediğimiz olgular aslında kendi içinde dengedeydi. Nasılsa tahtaverallinin iki kanadı aynı anda yukarı kalkamayacaksa hayatın akışıda dengenin dengesizliğiydi.
Çocukken büyümeyle orantılı her şey daha kolaylaşacak sanırken hüsrana uğramamızda bu yüzdendi.
Belki de tek ve en etkili çözüm, hayatı akışa bırakmak ve kabullenmekti
Değil mi?
YORUMLAR