Kadim bir yakarış olarak adalet bu çağda da hâlâ iniltisini sürdürüyor. Bugün adalet, mahiyeti yani neliği hakkında üzerinde uzlaşılmış bir kavram, ne yazık ki değil. Ana hatlarıyla da olsa kavramı tanımlayalım. Etimolojisine baktığımızda adalet kelimesi bizim dilimize Arapça’dan ‘Adl’ masdarından türeyerek girer. Adl; Arapça’da denge, dengeleme ve hak olanı gözetme anlamlarına geliyor. Diğer ana dil ailelerinde bugün hâlâ kullanımda olan iki önemli kökene rastlıyoruz. Biri Lâtince’de ‘Justus’ doğruluk ve düzgünlük anlamında diğeri ise Yunanca’da ‘δῐ́καιος’ (díkaios) yine doğru ve düzgün (geometrik) anlamına gelen kökenlerden türetilen kelimeler. Kavramın kökenleri hemen her dilde dengeyi ve hakkı sahibine teslim etmeyi imliyor. İnsanlık bu kavramı doğa, teoloji ve akıl gibi farklı merhalelerde kurguladı; farklı meşrûiyetlere isnad ederek ve de sınayarak bugünlerine getirdi.
Şimdi, kavramın izini sürmeye çalışalım. İnsanın birlikte yaşama bilinciyle birlikte ortaya çıkan ilişkiler; düzenlenme gereksinimini beraberinde getirir. Devlet siyasal bir organizasyon olarak görünüre burada çıkar ve hemen ardından hukuk kavramını zorunlu kılar. Çünkü ortaya çıkan düzlemde hüküm verme (karara bağlama); düzenlenecek ilişkilerde yasa ve yasak koyma ve hükmetme ihtiyaçlarını devlet (mülk), kudret sahibi, siyasal bir erk olarak devlet karşılamak iddiasındadır ve devletin görev tanımı böylece ortaya çıkar. Bugün kurumsal devletlerin kökenleri bu ilkel sayılabilecek denklemden evrilir. Peki adalet bu düzlemde nerede ve niçin var diye sorduğumuzda kadim bir cevapla karşılaşırız; insanın saadeti! Sokrates adalet insanın saadetidir der, ardından Platon bir adım daha ileri giderek adalet insanın ve toplumun saadetidir diye genişçe açıklar. Bugün insan tecrübesine dayanarak biliyoruz ki herkesin tam saadetini sağlayacak bir adalet kavramı mümkün değil. Çünkü toplumsal yaşam tam bir özgürlüğü temin edememektedir. Bu durum taleplerin çeşitliliği ve niceliğinden kaynaklanır ve son derece doğal bir sonuçtur. Bu nedenle özgürlük toplumsal düzenin temin edebileceği ölçekte sağlanır. Burada insanın yasa koyma kadar, yasaya boyun eğme becerisi önem kazanır. Yasanın içinde kendini gören us, yasaya boyun eğer; yani kendine. Ussal olmayan yasaya itiraz yine insan aklından gelecektir. Dolayısıyla birlikte yaşama becerisi ancak usla mümkün olmaktadır. Biliyoruz ki akıl kendi inşa etmediği şeyleri yıkmaya eğilimlidir.
Adalet kavramı doğuda çok eski bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Kadim medeniyetlerin coğrafyası olmanın hakkı teslim edilemeyen bir ayrıcalığıdır bu. Adalet Dairesi Teorisi diye bilinen kadim devlet tanımı bugün hâlâ Türkiye’nin devlet geleneğinin kaynağıdır. Bu teori kurumsal düzeyde ilk olarak Pers devlet geleneğinde gerçekleşmişse de son halini almadan önceki izleri Sümerler’den itibaren görülmeye başlanır. Bu teoriden bahseden bilinen ilk Türkçe kaynak ise Kutadgu Bilig’tir. Peki bu teori ne söylemektedir?
Adalet Dairesi Teorisi; sekiz maddede bir devlet modeli önerir. Bu devlet modelinin meşrûiyetini nereden, nasıl alacağını; nasıl inşa edileceğini ve nasıl ayakta kalabileceğini öngörür. Kısa ve detaylı olmayan bir çeviriyle:
- Dünya düzeninin teminatı Adalettir.
- Dünya bir bağdır, duvarı devlet.
- Devletin nizamı hukuktur.
- Hukukun yegâne koruyucusu mülktür (devlet)
- Mülk otoritesini, gücünü ordusuyla ikmal eder.
- Ordunun düzen ve devamı mal (sermaye) ile mümkündür.
- Mal ise toplum (raiyet) tarafından üretilir.
- Raiyeti yönetmenin de yegâne yolu adalettir.
Adalet son derece kapsamlı ama bir o kadar da hayati konu. İnsan olmanın en tabii bir ihtiyacı olarak her bireyin yaşamını ve devamlılığını, güvenliğini ve haklarını temin için yegâne çaresi! Adalet yüksek akılla konan yasaya, kendini o yasada gören yüksek aklın boyun eğmesiyle mümkün. Bu yüzden de insan olmanın temel bir gereği olarak adalet talebi ve inşası düşünmenin zorunlu bir konusu oluyor ve olmalı da!
YORUMLAR