" İki denizin arasında, her ikisinin de aşamadığı bir engel var. " Rahman/ 20
Denizlerin, ağaçların, dağların, hayvanların aşamadığı; yerin göğün kaldıramadığı kutsal emanetini esmalarının, sadece hz. İnsan kaldırabildi ve ruhuna dolan o 'anlayış' ile " Biz seni hakkı ile bilemedik" manâsında nasıl da izhar etti.
Ettik, ettik ama, anlayışımızla açıklayamadık kavrayışlarımızın eksikliğinde...
Ne dilimizdeki kelâmlar yetti,ne bedenlenmiş ruhumuzdaki haller...
Tarif etmeye çalışırken O'na varan yolları, O'na marifet ile 'yol olma'nın hakikatinden uzaklaştık idraksizliğinde 'Okyanus'unun...
Çünkü göremediğimizle herbirimizin derinliğindeki Okyanusun, esas zannıyla çırpındığımız dalgalarında ...
Dalgaların bir işaret, bir eylem, bir biçim olduğunu unutuyoruz! Ve bölünmüşlüğü bile nasıl da halâ bölmeye çalışıyoruz...
Kılıç gibi vurulan esmalarınla denizleri yararcasına tam ortasına
Ne yazık ki nesne gibi algıladığımızla dalgalarının kendine has özelliğiyle
Başımıza gelen harika bir aydınlanma yada sadece bir süreç olduğunu yok sayıyoruz..
En büyük cahilliğimiz olan okuyamadığımızla kendimizi, Varlık aynasında bir türlü göremiyoruz...
Nasıl da heba ederiz koca ömrümüzü dolduracak o naif ruhları, bir anlık egolarımızın dürtülerinde...
Oysa şakakları beyazlayacak ansızın, o tatlı anların farkındasızlığından, geç kalmış anların pişmansızlığınla,
Düştüğümüz yerden kavrayabilirsek inişimizin manâsını,
Kalkabilirmiyiz ki ancak, onu kaybettiğimiz yerde ararsak sırrını...
Ve giyinebilmeliyiz o sırlarla, en renkli elbisesizliğimizle örtebilmeliyiz seni bana, beni sana...
Yaşamak istemiyorsak eğer, Ademin düşüşü gibi, ceninden aşağılarını....
Olabildin mi ki hiç farkında, bunca yıllık hayatında Merak ediyorum da ruhani lezzetimizin en yüce seromonisinin, tinselliği tadışında saklı olduğunun eşsiz kutsanmışlığıyla iki sevgilinin!
Geçebilirsek kapısından bilgelikle, tüm bedensizliğimize yayılan o kavurucu ateşin,
Sırra sır olmazmıyız hasbahçesinde güllerinin..
Dayanılmaz hafifliğiyle varolmamızın heyecanını,
Kim olduğumuzu anlatırken, söylerken başkaları bize bizi, değdiğinde ruhumuza, Onda yarattıgımız etkilerle öyle görürsün ki o gönül aynasında kendini hem sevendir hem de sevilenken hem nakşeden değilmidir her bir zerresinde esmasının deryasında El Habiri...
Bir düşünebilsen, tebessümlerimizin edasındaki kim sanırsın ki sevgi sultanlığını kuran, gülümserken tüm kâinata, inlediğinde bütün alemleriyle vücudunun, Rahman edasında,
Nasıl da nazar eylersin şefkatinle aşk kokulu o naif gözlere, Varlığına ayine olmuş varlıklarıyla içimizdeki gereksiz kimliklerin uğramamak için tahribine
Aşabilmek için nefsi levvameyi türetebiliriz ancak, yeni yengileri yenilgi sandığımız yengilerin kör kuyusundan, ilahi dualiteyi unutmadan...
Biz neye hazırsak; o da hazır değilmidir bizim için yanıbaşımızda derinliğimizin izlerini taşıyan binlerce bakışlarımızın farklılığında...
Bunca çektiğimiz özlemlerin bilgisi değilmidir ki sevgiliden çekilen özlemlerin özü asıl kaynağındandır sana duyulan, seni çağıran, sana fısıldayan...
Yakmasaydı o ateşi en derinlerınde, tutuşturmasaydı hücrelerinde, nasıl düşerdi ki önce sevilene, sonra için için yanan sevene, seni benden sakınsanda,
Senimi benden alamazlığının umuduyla...
İçimize hapsolmuş rüzgarın sesinin içten içe şarkı söylemekteliğiyle sahibinden habersiz,
Ertelenen yada ötelenen sevdalarımızdan toz bulutlarında bilinçsizliğiyle duygularımızın,
Bedelini ödeyen hayatımızın yorgunluğunu taşıyoruz görünmeyen sandığımız izlerimizde...
Kimbilir ne zaman uyanırız ki; El Müid esmasıyla bu tatlı uykudan... Hangi baharı yakalarız yitikliğimizin çaresizliğinde..
Geç kalan bir vapuruz, çoktan kalkmışlığıyla, kendine hiç uğramamış bir yolcunun hangi solgun güvertesinde...
Ağırlaştıkça yükümüz, taşıyamadıkça ruhumuzun ağırlayını bedenimiz gereksiz tartıların son çırpınışlarında,
Hangı güvenilmez mabedin tanımsızlığında yok olalım?
Ne öncesinin bir nufteden olduğunu, ne sonrasının laşe olacağının bilgisizliğinde umarsızca yaşayanlarda mı?!
Yoksa yanındayken bile, yapayalnız hissetmene yol açarken,
Kendi yetmezlikleriyle, bizi eksiltmeye çalışan bir kasaba dolusu kendi yanlızlıklarıyla mı ?!....
Zaten bildiğimiz vâkaların umutsuzluğunda,
Kim kılar ki huzurlu bizi, biz hazır ve gönüllü değilsek ''Olmak'' adına bir şeyleri...
Hangi dalgasız okyanusun fazlasıyız yada hangi gönülün yürek heybesinde asılabiliriz ki, nüfusu eskimiş acıyan yüreklerimizle..
Olmayan asaletinin görünmeyen ikrarının yırtılmış ceplerinde mi?!
Ondan ''neyi alacağımızı'' önceden kestiremeyeceğimizle uzattığımızda elimizi,
Gece odun toplayanların basiretsizliğinde mi olalım,
Yoksa gençken dikemediği bilgi ağacının gölgesizliğinde mi oturalım ?!..
Dilinin altında gizlediği benini gözyaşlarının mürekkepliğinde bir ''kalem'' edebilse;
İşte o zaman acıyan kalbin yada kırılan gönüllerin geride bıraktığı enkaz yığınlarının; pervasızca dağilmış siluetlerinde, kimliksiz rotasız savruluşlarında, yeniden ve yeniden ''can'' bulmayan çalışmalarının çırpınışlarını duyabiliriz..
İşte o zaman, rahmet sağnaklarının döküldüğünü, onun Azameti ile hissedebiliriz...
İste o zaman olmaklığımızla en ''Bedi'' hakikatlerinin, ''Ehad'' olan seyirlerindeyizdir şimdi...
YORUMLAR