Size ait olan bir şeyin, hiç sizde olmadığını düşündüğünüz oldu mu?
Hani size ait ama sizde değil...
Bakıyoruz ama göremiyoruz, uzanıyoruz ama dokunamıyoruz, sesleniyoruz ama duyuramıyoruz...
Ya da işitemiyoruz bize seslenişleri.
Sanki bizim olanın yokluğu yakıyor ateş gibi bizi...
Yanan bir kora dönüşerek, dağlıyor tüm yüreğimizi.
Bir anda kendi yansımamızla karşılaştığımızı hissettiğimiz an, bizi bir araya getiren sevgi kıvılcımlarıdır…
Sevgiyi bütün gücüyle, görkemiyle yaşayabilmemiz için, ihtiyacımız olan tek şeydir o kıvılcımlar.
Ve bireyselliğimizin özündeki sonsuz varlık olan Sevgi asla rastlantısal değildir...
Spritüel âlemde asla rastlantılara yer yoktur. Ancak bizim bilmediğimiz, anlayamayacağımız planlar vardır...
Deneyimlediğimiz tüm sevgiler, sanki birer kozmik dans davetiyesi gibidirler.
Ve o kıvılcımların ardından sevgililerin hissettiği o eşsiz sevinç duygusunun bir kutsanmışlığı ve kendine has bir realitesi vardır...
Ansızın içsel değişimler yaşamaya başlarız derinliklerimizde. Endişeli, yalnız ve yoğun bir özlem döneminden sonra; gerçekte kim olduğumuzun anlık bakışlarıdır bunlar.
Geçici bir spritüel kurtuluş durumudur aslında bize olanlar...
Bu içsel değişimlerle, birbirimizi büyüleyerek mutluluğun aniden ortaya çıkmasıyla, varlığımızın en derinlerinde bir devrim yaşarız...
Aşık olmamızın tek sebebi mutluluğa dönme çabamız olduğu için; güveni ararız, şefkati, gerçeği, inancı ararız ve günlük deneyimlerimizin minicik tohumlarından bu niteliklerimizi besleyerek büyütürüz...
Aşkın bizim için ne anlam taşıdığı duygusal çalkantılarımızın altında yattığı için; kalbimizin bu hassas açıklığına daha özenli davranmalıyız, çünkü bu niteliklerimizin ilk sürgünleri son derece incinebilir olurlar...
Aslında karşımızdakiyle değil, kendi benliğimiz ile kurduğumuz bir durumdur bu.
Sevgi kıvılcımını yaratan kendimizi sevilebilir olarak görme yeteneğimizdir. Ve iki kişi arasındaki çekimin tek sırrı Sevilebilir olmakta yatıyorsa, sevilebilir olmakta gizem ve çekicilik demek değil midir yüreğimize göre?
Bu da sadece doğallıkta vardır…
Birbirimizi ve kendimizi zıtlıklarımızla, ışık ve gölgelerimizle kabullenip sevebilmeliyiz.
Gerçek olmak için, hiç bir şeyi atlamadan, olduğumuz her şeyi olabilmeliyiz. Bunu yapmak bize mutluluğu getirir.
Bu karşıtlıkların oyununu kucaklayabilirsek, hayatımızı ve beraberliğimizi ileri götürebiliriz ve bir karşıtlıktan diğerine tek tek geçerken ne de güzel ifade ederiz kendimizi o zaman...
Kendimizi güçlü ve güçsüz noktalarımızla kucaklayabilirsek eğer, büyük bir sevgiye işaret eden sıcaklık ve cömertlik bizi sarmalar...
CAN'ımızı tamamıyla karşımızdakine gösterdiğimiz anda, BENimizi ona açtığımız an da ancak bunu başarmaz mıyız?
Çünkü sevginin talebi bu değil midir?
Sevmek, bütün varlığımızı ona açmayı gerektirmez mi?
CANımızın bütün karanlık odacıklarına girmek istemez miyiz?
Bu yolculuğa başladığımız anda, kendimizle birlikte geçmişten çok sayıda duygusal yükü de sırtlanarak getiriyoruz.
Önemli olan, Sevgi yi heyecan duyulan, mutluluk ve huzur veren bir oyuna dönüştürebilmektir...
Yeryüzünde sadece insan, Allah'ın iki sıfatıyla yaratıldığı için; daha alt ve daha üst yaratılışta doğan tek varlıktır.
Farklı zamanlarda çakralarımız birbirleriyle, o anki dururuma uygun olmayabilirler.
Bu bizde stres, kırgınlık, kabalık, kıskançlık, güvensizlik yaratabilir.Geçmişten gelen sıkıntılı yaşanmışlıklarımız bizi buna iter..
Bedenimiz de bulunan yedi çakramız yaşamımızı düzenler.
Omurgamızın altından en alt çakradan başlayıp, başımızın tepesindeki en üst çakra da biter…
Kalbimizin altında; hayatta kalma, güç doyumsuzluğu, cinsel güdüler yer alır.
Sadece bunlarla yaşamak bizi çok acımasız ve sert yaparken, kendimizi hep koruma durumunda olan içgüdüsel varlıklar olmaz mıydık?
Ya da kalbimizin üzerindeki; irade, sevgi, özgürlük çakralarıyla yaşamak bizi çok tanrısal yapmaz mıydı?
Asla savaşma, mücadele etme isteğimiz olmaz, düşmanlar yaratamazdık...
İşte burada Kalp çakrası devreye girerek aracılık yapar.
Çünkü duyguların çıkış yeridir, çünkü seçicidir, düşük ve yüksek enerjileri alır, reddetmez, yargılamaz. O tüm çakralarıyla olmayı sever.
Kendisi her yönüyle barışık, tam bir insan oluncaya kadar üst ve alt sevgiyle harmanlanır.
Sevgi yolunda yürürken sorun; hangimizin alt ve üst çakralarla daha fazla hareket ettiğimizi bulamamaktır...
Çünkü insan hangi enerjisinin tehlikede olduğunu sezer ise onu harekete geçirmez mi?
Uyumlu, huzurlu yaşamanın tek yolu, çakralarımızı harmanlayabilmemiz için, kalbimize yani gönlümüze başvurmalıyız…
Ve bunu konuşarak, birbirimizi dinleyerek bulup ortaya çıkarabiliriz.
İşte o zaman; kendimizi bütünüyle karşımızdakinin gözleri önüne sermiş oluyoruz ve biz de aynı şeyleri görüyoruz, birbirimizin aynası oluyoruz.Bu aynalara baktığımızda, cinselliği, iradeyi, hayatta kalabilme güdülerimizi, korkularımızı görüyoruz..
Her şey ortada olsa da parçalar tam olarak uymuyor ve nedensiz sebepsiz çekişme ve acılar yaşanıyor..
Sonunda severken; acı çeken, incinebilir, kırılgan benliklerimizi birbirimize göstermiş oluyoruz…
Sevmek istiyorsak, aynaya bakmak zorunda kalıyoruz ve beraberliğin aynasının her zaman sevgiyi geri verdiğine şahit oluyoruz...
Öfkeyi, korkuyu; sevecenliğin, güvenmenin, kabul etmenin enerjileriyle harmanlayarak, birbirimizin daha alt ve üst yaratılışlarımızı yavaşça dokumuş oluyoruz...
Ta ki sonunda kalbimizdeki gerçek sevgiyle, aramızda sessizce üstlendiğimiz bu projeyi inşa edinceye kadar...
Sevginin sonsuz gizemi; kendimize daha derinden bakarak, gerçekte kim olduğumuzu bulmakta ve sevgiyle sunulan benliği ortaya koymakta ya da kabullenmekte yatar...
Esenlikle ve anda kalabilmek dileğiyle....
Not: Kâinattaki varlıkların sesini dinlemeye çalıştık mı hiç? Bize ne söylemeye çalışır, ne fısıldarlar kulağımıza duymaya çalıştık mı hiç?
Bu bilinçle yaşamamanın etkileri nasıl olurdu üzerimizde acaba?
Bir sonraki yazımızda paylaşabilme umuduyla…
YORUMLAR