Gözlerimizi kapatıp da günün herhangi bir vaktinde , tabiatın esrarlı kucağından kopup gelen; ama farkına varamadığımız yada algılayamadığımız sesleri duyabilseydik eğer,
Toprağın, taşların, rüzgârın ya da dalgaların bize neler fısıldadığını duyabilseydik eğer
Acaba daha mı farklı bakardık etrafımıza?
"Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O' nu tesbih eder; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavrayamıyorsunuz" isra/44
Evet... biz kavrayamıyoruz. Çevresel, gensel kültürümüz ve öğrendiklerimizle oluşuyor algılarımız.
Algı sınırımızın dışındaki sesler bize yansımadığı için, doğal olarak yok sayıyoruz...
Aslında bu sesleri tanımlayamamak, farkındalık alanımızın nasıl da eksiğini gösteriyor...
O sesler sürekli orada ve zikir ediyorlar hatta bizimle irtibat halindeler...
Fark edemiyoruz, işitemiyoruz ama farkında olmadan etkileniyoruz...
Oysa yüreğimizi kalınlaştırmaz isek doğaya karşı, ne kadar da duyarlı oluruz bize doğru gelen dalga dalga seslere ve nasıl da etkilendiğimizin farkına varırız...
Çünki biz kâinatın bir parçasıyız ve koca bir kâinat içimizde gizli...
Çünki dışarıda olan her şey bizim bilinçaltımızda zaten var, her bir hücremize işlenmiş...
Bize düşen algılarımızı daha çok açabilmek için bıkmadan usanmadan bilgilenmek ve öğrenebilmek değil midir?
Öncelikle tecrübelerimizin ve deneyimlerimizin bize neler anlatmak istediğini görebilmeliyiz, daha duyarlı olabilmeliyiz...
Rüzgâr estiği zaman salına salına, değdiği zaman kirpiğimizin gölgesine, ya da taradığı zaman saçlarımızın yalnızlığını nasılda haz alırız...
Ruhumuz etkilenir rüzgârdan, Çünki ruh kelimesi arapça rih kökünden gelir.
Rih rüzgâr demektir…
Rüzgâr ile yeni düşünceler, yeni ilhamlar bizi sarmalar ve ruhumuza güzel fısıltılar üflenir rüzgârın kendi esmasını tesbihiyle...
Zaman zaman acıdığında yüreğimiz, ya da daraldığında nefesimiz; şırıl şırıl akan bir suyun sesi ya da dalgaların kumlara çarpan sesi nasıl da rahatlatır bedenimizi, sakinleştirir hücrelerimizi...
Çünki su Allah'ın şafi ismini zikrederek akar durur ...ya Şafi ya Şafi, ya Şafi...
Suyun sesiyle birden sıkıntılarımızdan arınmış oluruz. Tüm olumsuzlukları üzerimizden atmış, kendimizi resetlemiş oluruz.
Sanki ' bensizlik bürürken zerrelerimizi, usulca hiçliğin kapılarından süzülüyor gibi oluruz..
Şırıl şırıl akan suda ya Şafi esmasının zikrini bütün benliğimizle duyarken; kapalı olan tüm hücrelerimizin birer birer suyun sesine soyunduğunu hissederiz...
' Her şeyi sudan yarattık ' der ayette Enbiya/30
Ezoterik anlamda su, bilgiyi ve iletişimi ifade eder..Tüm hücrelerimizin birbiriyle iletişiminin ancak suyla olduğunu şöyle bir düşünürsek; insanlar arası iletişimi zayıf olanlarımız, ne kadar çok suyun sesiyle birlikte olursak o kadar rahatladığımızı hissedebiliriz...
Bazen geçmişin ruhumuza yapışmış olan izleri, koyu bir tortu halinde tutuklu kalınca bedenimizde; atıp hafifletmek isteriz üzerimizden...
Ağarırken tan yeri bir dinlesek o kuşların seslerini...
İçimizdeki atıl tüm duyguların kayıp gittiğini, ellerimizin serbestliğinde, kelepçeli beynimizin çözüldüğünü hissederiz en ücra hücrelerimizde...
Çünki kuşlar tüm esmaları bilir ve zikrederler...
Onları dinlerken ikiliklerimizin dengelendiğini fark ederiz...
Eskimiş duygularımızın, iyiye yeniye, huzura dönüşümünü yaşarız...
Sanki ölümden sonra yeni bir hayata başlamayı temsil eden, bilgi ağacının dallarında yaşayan Zümrüdü Anka kuşunu hatırlatıverir bize o sesler..
İçimizdeki yıkıntıların eksikliğini, şaşkınlığını üzerimizden atıp; kendi deneyimlerimizde, ya da yaşanmışlıklarımızda kendimizi yakmadıkça küllerimizden yeniden doğamayız, saklandığımız kafeslerden kurtulamayız...
Kuşların sesleri bize kendi gökyüzümüzde yeniden daha güçlü bir şekilde uçmayı öğretiyor..
Doğanın sessiz haykırışlarına kulak verirsek, aslımızın ne olduğunu çeşitli şekillerde bize hatırlatabiliyor, köklerimizi hatırlayarak, farkındalığımızı kazanmamızı sağlayabiliyor...
Ruhsal sancılarımızın yansımasını, ışığını, rengini, kokusunu ehlileştirmek beş duyumuzun dışında kalanları da algılamaya çalışmakla daha da güzel olurdu bizler için...
İşte o zaman yaşadığımız görünür alem ile görünmeyen ama sürekli fısıldayan ya da zikreden alem arasında hiç bir sınır olmadığını bilmiş oluruz..
" Bütünün örgüsel farkındalığını " bilmiş oluruz..
İnsan olarak duyularımızı üst bilince taşıyabilirsek, kendimizi kendi varlığımızda, O 'na inancımız ve güvenimizle. Yavaş yavaş inşa etmiş oluyoruz..
Cennet ya da cehennem korkusu güdmeden, ancak ve ancak tefekkür edebilmek adına buna talip oluyoruz gönüllü olarak...
Yüce alemin mânaları nasıl bizim açılan gönül alemimize ziyaret edebiliyorsa; biz de onların alemine farkındalığımız ile yol alabiliriz..
Ancak bizim âlemimizin, dudaklarımızdan dökülen sözcüklerimizin, duyularımızın olduğunu unutmadan...
İşte o zaman dünyaya gönderildiğimiz andan itibaren bize üstü örtülen bilgi ve hakikatlerin aslında burada tam da yanı başımızda olduğunu,.. sadece örtüyü kaldırmamız için bilincimizi açıp; tabiatın da fısıltılarının, zikredişlerinin sesini dinlememiz gerektiğini kavrayarak sarsılırız..
Fırtınalar koparken gözlerimizde, içimiz de volkanlar büyütürken, bir ışık huzmesi oluruz sonsuzluğun geniş ovalarında…
Kim bilir belki de kaldırabileceğimiz an hakikatin örtüsünü ; " bildiklerimizle amel ettiğimiz için, bilmediklerimizi de öğreten 'in yardımıyla ' gerçekten arınırsak eğer, saf ve katışıksız meleklerle kucaklaşabiliriz..
" Kendini arıtan kişi mutlaka umduğuna ermiş, kurtuluşa, mutluluğa kavuşmuştur " ...A'lâ/14
NOT: İzmir' de yaşayan levantenler aşkın hangi hallerini yaşayıp, hangi aşka yelken açmışlar...
Hangi acılarla yoğrulup, nasıl bir gönülde taht kurmuşlar...
İzmir'in sokakları laventenlerin aşklarına nasıl sahne olup, şahitlik yaptı...
Bir sonraki yazım da paylaşabiliriz...
Esenlikle an da kalabilmek dileğiyle...
YORUMLAR