Ülkemizde iki ördek ile bir tavşanın arkadaş olmasını çocuk edebiyatı zanneden ve konuyu basite indirgeyen bir yaklaşım var.
Ve kalemini çocuk edebiyatına yöneltenleri, ciddi eserler, romanlar yazmak için yetersiz bulan ve çocuklara yazmanın, onları zamanla geliştireceğini, kalemlerini besleyeceğini, gelecekte çok daha başarılı eserlere özellikle de romanlara isimlerini yazdıracaklarını düşünen ön yargılı bir kesim, hatta yayıncılık anlayışı mevcut.
Öyle değil işte...
Çocuk edebiyatı alanı, yazarın kendisini ve kalemini geliştirmesi için bir okul ya da bir çeşit fırsat değildir.
Bilakis çocuk edebiyatçıları ciddi eserler yazabilen, ya da yazma potansiyeli yüksek insanlardır. Sadece eğilimleri bu yöndedir.
Çocuklar için bir öykü kitabı yazmayı denemek gerek bunu tecrübe etmek için. Zira insanın hayal gücü, drama yazarken ki, ya da gerçek bir olaylar örgüsünü roman döngüsü içinde anlatırken ki kadar hızlı işlemez çocuk öykülerinde.
Yaptığınız kurguda çocuk psikolojisini, düşsel dünyalarını, olumlu yönde besleme becerisini göstermeniz gerekiyor kaleminizle.
Ve tüm bunları yaparken; oluşturduğu akıl dışı, mitolojik figürlerle, kahramanlarla, gerçek hayatın içindeki felsefi uyumu yakalayabiliyor olmalı çocuk yazarları.
Anlattıklarınızın masalsılığı yanında, toplumsal da bir değeri olmalı. Çocukları iyi bir amaca yönlendirebilmeli. Sorgulama ve sorduğu sorulara cevap bulma arayışlarını desteklemeli. İnsani duygularını korumalı ve o duyguları her an kullanmaya hazır halde diri tutmalı.
Yani sanıldığı gibi iki ördek ile bir tavşanın arkadaş olması değildir çocuk edebiyatı.
Eğitimci yazar, Muzaffer İzgü'nün, meslek hayatında karşılaştığı çocukları gözlemleyip ortak özelliklerini harmanlayıp, yüreğinde iz bırakanlardan, yaptıklarıyla, konuştuklarıyla emsalleri arasında fark yaratanlardan, kahramanlar doğurmasıdır. Ökkeş'idir mesela...
Her çocuk kadar okuldan biraz şikâyetçi, etrafındakilerin sabrını zorlayacak kadar yaramaz, bazen aptalca şeyler yapan, bazen geç anlayan, bazen pratik düşünebilen, dahası her çocuğun ruhundan dikkat çekici bir şeyler barındırandır... Kıssadan hisse çıkartmayı öğretebilendir.
Ya da Vasconcelos'un “Şeker Portakalı”ndaki Zeze'si gibidir.
Hakiki acıların insanların vücudunda açılanlar değil, yüreğinde açılan yaralar olduğunu küçücük yaşında anlamak zorunda kalan Zeze…
Başka bir örnekle, J.London'ın “Beyaz Diş”idir çocuk edebiyatı.
Hayatın hayvanlar için de insanlar kadar zorlu olduğunu anlatan, ya da bir hayvanın da bir insan kadar zeki, erdemli ve asil bir karaktere sahip olabileceğini resmeden...Dostluğun her türden canlıyla kurulabileceğine işaret eden.
Kolay değildir çocuklara yazmak.
Mesela ben çocuklara Yavuz Sultan Selim'i anlatırken çok zorlandım.
Çok tehlikeli bir karakterdir çocuklar için Yavuz, çünkü şii ve sünni çatışmasının merkezinde geçmiştir hayatı.
Ama yazmaya bir şekilde cesaret ettim. Cesaretimin sebebi, tarihi olayları öykülendirmenin edebiyatımızda bakir bir alan olduğunu keşfetmiş olmamdır. Bu konuda çok sınırlı sayıda eser var.
Yavuz Sultan Selim dönemini hem şii hem de sünni çocuklar okuyabilecek şekilde ele aldım.
Tarihi saptırmadan, Şah İsmail ile arasında geçen olayları değiştirmeden, kronolojik sırasını atlamadan.
Bir tarafı övüp, ötekini yermeden.
Yaşanılan döneme her iki padişahın da gözlerinden bakarak, taraf olmaksızın kullandım kalemimi. Ve yarattığım günümüz kahramanların geçmişle kurduğu bağları, tarihin akışına göre düzenlemem ciddi şekilde zorlayıcıydı.
Yavuz Sultan Selim dönemini çocuk edebiyatına dahil etmem tam bir yılımı aldı.
Öncesinde yazdığım, ve onun dedesi olan Fatih Sultan Mehmet'in hayatını ve ideolojilerini, yürüttüğü siyaseti de, politik ilişkilerini de, aynı şekilde uzun zaman üzerinde inceleme ve araştırmalarda bulunarak yazdım.
Yüzlerce makale, belgesel izledim...
Üstelik sözde tarih bilenlerin, şarlatanların anlattıklarını eleyerek. Üniversitelerin tarih kürsülerinde görevli öğretim üyelerinin, Osmanlı ve Türk tarihiyle ilgili söylencelerini tek tek dinledim birbirleriyle karşılaştırdım. Fatih döneminde sıkça geçen bir olayın kronolojik tarihle örtüşmediğini ve olayın geçmişten günümüze kadar taşınmış bir efsane olduğunu fark ettim.
(II. Murat’ın Hacı Bayram Veli’ye sorduğu, “İstanbul’u fethedebilecek miyiz?” sorusu üzerine Hacı Bayram Veli; “bize nasip olmayacak paşam ama bu kundaktaki şehzade ile şu köse görecekler fetihi” demiştir. Kundakdaki şehzade Fatih’tir. Köseden kasıt ise Ak Şemsettin Hazretleri… Tarihler Hacı Bayram Veli’nin Fatih henüz doğmadan önce (1429’da) vefat ettiğini söyler bize. Bu da Hacı Bayram Veli’nin, Sultan II. Murat’a İstanbul’un fethiyle ilgili böyle bir sözü (1432’de doğan) Fatih için söylemiş olamayacağını düşündürür doğal olarak. )
Söylemek istediğim, öyle kolay değildir çocuk edebiyatına soyunmak.
İki ördekle bir tavşanın arkadaş olması hiç değil.
Kolay zannedip kolları sıvayan hiçkimse yazmamalı çocuklara ve gençlere…
Çünkü yetişkinler ellerine aldıkları bir kitapta aradığını bulamaz ise ya da kitap onu içine çekmediyse ya da beklentilerini karşılamadıysa, o kitabı reddetme tercihini sonuna kadar kullabilirler…
Ama çocuklar büyük çoğunlukla öyle değildirler, üstelik ebeveynleri olarak onlara neyi okuttuğumuzu bazen bizler bile ayrımsayamıyoruz. Bu sebepledir ki, çocuk edebiyatçıları, ellerinin çok değerli bir cevhere uzandığının bilincinde olan insanlar olmalıdır, benim gözümde de öyledirler.
Bu bilinci çocukların olumlu taraflarını güçlendirme ideolojisine dönüştürmeyen, çocuklara yararı değil zararı dokunacak hiç kimse onların dünyasına kalemiyle girmeye çalışmamalıdır…
Zira sayıları az da olsa, toplum ahlakını zorlayan, zihin bulandıran, saçmalamanın bile ötesine geçen art niyetli çocuk kitaplarının yazıldığını da gördü bu ülke. Onlara genel manasıyla edebiyatçı, yazdıklarına ise çocuk edebiyatına ilişkin eserler demek mümkün değil elbette…
YORUMLAR