Hoşçakal Mardin
Ümit Yaşar Işıkhan

Ümit Yaşar Işıkhan

Hoşçakal Mardin

22 Ekim 2014 - 12:27

Her mevsimin kendine ait kitabesinde, kimliğini hep durgun suların tarih aynasında saklayan ve oynayan çocuklar vardır. Bu, ayrıca coğrafyanın anlatamadığı Turabdin kokusudur.

Kendini ve ruhunu taşlara armağan eden tarihin tanıklarındaki bu çığlık, tütsülediğimiz rüyalarımızın ötesinde gerçeğe açılan kapının kendisidir aslında. Mezopotamya’ya tepeden bakan taş kentin ruhunu ve fotoğrafını anlamlandıran sokaklarında söylenen dört dildeki ilahilerin duvarların oyuklarına ve oradan geçen kuşların kanadına saklanma sürecidir. Öyküden çok masala uzanan rüzgâr kendi serinliğini ovaya taşırken peşinden çocukların koşturduğu uçurtmaların renklerini ve kopan kuyruğunun acılarını da kendi pelerinine nakşeden ibrişimciler geçer. Bu bilgeler, önlerinden geçen arap atlarının yelesindeki mavi boncuklara dalardı.

Zaman yoktu... Gündüzün geceye, sabah ezanının kilise çanına yaslandığı saatlerde ellerinde meşalelerle koşturan çocukların en küçüğü bendim.. Peşim sıra kanat koşan güvercinlerin hepsi özgürlüklerine kavuşmuş gibi güneye düşmeleri de boşuna değildi. Hayatın olgun renklerine aşık olan yılanların duvar üstünde güneşe uzanmaları akşamüstünü çağrıştırır, camiden ve kiliseden çıkacak kentin kendisini beklerdi.

Kent bizdik. Çocuklar ve oyuncakların ahşap gürültüsü içinde yeni kesilmiş Diyarbakır kavununun ve Savur’dan sürgün gelmiş meyvenin birbirine sarılan kokuları arasında güveçte pişirilmiş metfunenin ( türlü) buharındaki domatesin teslim olmuş baygın renklerinde atalarımızdan kalan iştahla tandır ekmeğini bandırırdık. Komşularda pişen yemeklerin tadımlık tepsilerinde en yakın komşulara dağıtılması sonrasında eve mutlu dönen kedilerin bizi kıskandığını bilmek, tabakların dibini yalamak ve mutlak etli kemikleri ısırmak sırasında yeni gelen elektriğin altında aydınlığı bir pencereye saklayan gecede yıldızları sayardık..

Bu büyülü kent Mardin’di..

Türk, Kürt, Süryani, Arap ve arada sırada Ezidi, Ermeni komşularımızla aynı masalın yorganı altında kardeşçe büyümenin elma şekerinde, peynir helvasında ve adaklarında büyürken, sabah ezanının, çan seslerinin ovada yankı yapan melodisini özleyeceğimizi, taş döşeli sokaklarında gölgesini görmeyen silahlı kaçakçıların at seslerinde sessizce mırıldanan ezgilerin bir gün bizi terk edeceğini bilemezdik.

Biz gitmedik…

Birileri, uzun namlulu bakışlarını komşularımıza ve sonra bize uzatıncaya kadar, hayatın, gecenin ve gündüzün bu kadar derin ve anlam taşıdığını, sevmenin ve renkli olmanın, ezanın ve çanın, düğünlerde omuz omuza halay çekmenin, akşamları evden eve çerez ve masal taşımanın bu kadar güzel, bu kadar tehlikeli, bu kadar zor olabileceğini asla düşünemezdik.

Önce ilkokul arkadaşım Süryani İlyas Devli’nin babasını yaraladılar..Halil amca manavdı. Leblebici, helvacı babamın dükkanının bitişiğindeki manav tezgahlarını dağıttılar. Tehdit edip Suriye’ye göç etmek zorunda bıraktılar.. Sokaklarda eşek üstünde meyve sebze satan Kürt köylülerini aşağıladılar, kente gelmesini yasakladılar, yoğurt bakraçlarını dökerek kovdular.. Ezidiler ve Ermeniler bol duvarlı kilisenin ahşap devasa kapısındaki küçük deliklerden sokağa kuşku ve korkuyla baktılar. Cumhuriyet Meydanı’nın Şar Mahallesi’ne çıkılan sokağa bakan kilisenin evlerini, avlusunu yıkıp yıllarca odanın yarısı görülecek şekilde askeri garnizon yaptılar. Araplar, evlerinde yaptıkları zikirleri sakladılar, kitapçı yoktu ama kitapta yoktu. Türkler de, Türkçe konuşan da bizlerdik. Bir el, derinden kenti karıştırıyordu. Ve hepimiz şaşkın ve aynı penceredeydik.

Yeni başlayan oyunun kahramanları, oyuncuları bütün halktı. Zifiri karanlığın içinde gölgesiz bedenlerin birbirine sığınması devri başlamıştı... Arnavut taşlarında süvari birliklerin kadanaları geçerken atların pisliğini alkışlayanlardan ve hafta sonları bütün şehri dolduran askerlerden korkuyorduk. İmam Hatibin yanında, Kırklar Kilisesinin yakınında Helvacılık yapan babam üzgündü. Cevizli, susamlı, bademli merokiye (koz) helvasını alacak kimse kalmamıştı. Dostları da gitmişti.. Mayınlı tarlalarda kaçakçılığa başladı.

Biz ilkokulda kilise avlusunda, cami avlusunda oyun kahramanlarımızla meşe ve çelik çomak oynayarak, bezlerden örülmüş topumuzla sokak aralarına uzanırdık. Sokaklar bizim cumhuriyetimizdi. Bizim, marşlarımızı ve cinlerimizi sakladığımız abbaraların arasında dünyanın en büyük yeraltı örgütünü kurmuştuk. Bütün çocuklar bizdik.

Mardin suskun.. Mardin hüzünlü.. Mardin çocuklarını kaybediyordu.. Bildiğimiz bütün dillerin ve dinlerin sesi, karanlığın içinde sindirilmiş ve ağzı kapatılmış bir çuval gibi Mezopotamya’nın kıyısına iliştirilmişti. Biz oyun içindeydik. Birileri de oyun içindeydi. Hepimiz oyuncuyduk. Kentin caddesinden yavaş yavaş yüksek duvarlı taş oymalı evlerin duvarlarına uzanan sessizlik uzun bir yolculuğun atlarını ve kervanını hazırlıyordu.

Artık büyümüştük ve 10 yaşındaydık. Kitaplarımızı da ödünç verirdik sokaklar arasında. Kilise damından aşağıya sepetle gönderirdik rüyalarımızı. Hafız Kermo İzzeyid’in sesi kısıldı. Kırklar Kilisesi’nin emektar zangocu Hanna amcanın eşeğini sattılar. Çan sesi ancak kendine yeterdi. Devlet güçlüydü. Askerler çoktu. Zırhlı arabalar hep onlarındı. Bando yalnızca onlara çalardı. Ve her hafta sonu evlerimizin avlusunda dizilir ufuklardan, istasyondan geçen trenin dumanını ve kıvrak şahmeranını izlerdik.

Babam leblebiciydi,.. Helvacı ve şekerci. Araptı. Hafta da bir camiye giderdi. Komşum Süryani Halil amca ve saatçi ikiz kardeşler Selim ve İsa amcaydı. Yalnızca hafta sonu peder dedikleri Kırklar Kilisesi Horepiskopus’u Cebrail Allaf’ın elini ve asasını öpmeye giderdi. Kürt komşumuz Şeyhmus amca, köyden gelenlerin buluştuğu noktaydı. Dünyanın en güzel yoğurdunu sıtıl ( bakraç) içinde satardı. Ermeni terzi hale Şefo (Şefo teyze), özel düğünlerin ve günlerin özel giysilerini büyülerdi. Sustu eve kapandı. Yapılanları çocuklar algılayamadı.. Hepsi politikaydı çocukluğumuza, kimdi, nerden ve nasıl.. Büyüklerimiz de korkudan anlatmadı ve kendi suskunluklarına yenilerek gittiler.

Sonra hüzün sardı bu kenti. İhanetler ve sessizlik. Süryaniler Irak ve Suriye’ ye kaçtılar. Ermeniler Lübnan’a sığındılar. Araplar, büyük kentlere göç ettiler zor yürüyen kamyonların sırtında.Türkler sessiz ve şaşkın baktılar sokaklara.. Kürtler, kabuklarına çekildi... Ezidiler susuz köylerine ve hayatın çıkmazlarına..

Hepsini anlatan tek bir öykü kaldı, fotoğraflara saklanan zaman…

YORUMLAR

  • 0 Yorum